YAŞAR BEDRİ
*
POETİK US, GELENEK, MUSELLER
Şeylerin sureti evrende gezinirken, ilham ve sözperestlik hep vardı. İlhamın şiir sofrasına zembille inmediğini mısra çekme işininin akli olduğunu; doğru okumalarla sürdürülebileceğini yinelemek sıkıcı gelebilir. Gene de bu tekrarı akıl dağıtıcılık sıfatından arındırıp bilmezden gelelim. Şiir en kadim sabıkamız olarak harfler cem olup hüsünü ararken biz sözün büyüsüne kapılıp işve’(şîve)nin tutsağı olsak da; tayy-i lafzı aramak gafletinden geri duramayız.
Şiiri anlamaya çalışırken mısra çekme telaşındaki şairin, dünya geleneği sofrasında Japon çalılarıyla çorba içmenin nasıllığını ve önemini anlamaya çalışacağım.
Metrekareye düşen yazar, şair enflasyonu katlanarak sürerken; Dünya düşünen insanının yarısı şair diyorlar. Sanal kulvarlarımızda yüzbinlerle ifade edilen şiir paylaşımcıları iz sürüyor. Bu şiir arenasını -tribünlerini doldurabilecek yaptırım gücü olabilecek, etkin bir taraftar demektir. İyi de bunca şiir taraftarının olduğu ülkede şiir kitapları bin adet ya da daha az basılıyorsa ve hiç kadarı bile raflarda okuruyla buluşamıyorsa, okuma arızasının korkunç boyutlarda olduğunun göstergesi olarak işin vahameti ortaya çıkıyor.
"Okumak yazmaktan öte bir iştir; daha uysal, daha uygar, daha entelektüeldir." Diyen. Borges’e Yüzde yüz katılıyorum.
Bir dergi veya antoloji sayfalarını araladığımda İsmini henüz duymadığım imzaların, özellikle gençlerin şiirlerini daha dikkatle okuyorum.
Uzun zaman önce şiirlerimizi daktilo ile yazıp gönderdiğimiz zamanlarda tashih hataları öncelikli sorunsalımızdı. Kendi metinlerimizi korkuyla okurduk. Mevkutelerin tashihçileri vardı kısmen veya tamamıyla yazım sorunlarını gideriyordular. Hâlâ imlâ hatası yapmadan, kelimelerin başını gözünü yarmadan metin üretme hassasiyetimiz nereye kadar?
Bizim kavme okumak her daim zül gelmiştir. Bu işin tedavisi mümkün olabilir mi? Bir öğretmen sınıfa, bir öğrenci kantine, bir idareci kurumuna, bir patron işyerine, bir başbakan veya bakan veya vekil meclise ellerinde kitapla gelmiyorsa, ‘boş an’larına seçtiği kitabın dostluğuna ayır(a)mıyorsa göl maya tutmaz.
Üniversitelerimizin dünyada esamisi okunmuyorsa, istatistikleri yapanlara düşmanlık besleme gururunun hedefini yanlış tutturuyoruz demektir. Standartların çok altında süren bu okur-kitap dönüşümüne estetik ve nitelik bağlamında ne kazandırabiliriz? Nasıl düzelecek bu arıza? Nicel çetele zaafına düşmeden yeni dünya gençliğine toplumsal hafızayı, gereğini inandırarak kültürel kodlarını nasıl yükleriz?
Karikatürize edilen bir çok dayatma nicel eylemler için verilen enerjinin, savrulan bütçenin yarısını kitap dostluğuna adayabilsek, eminim ki bu göl maya tutmaya başlar.
Milli eğitim ve devlet politikaları; (küresel erkin ve taşeronlarının cahil bırakma politikasının bir parçası olarak halkın bilinçlenmemesi, cahil kalması için okumamasını, otçullaşmasını öngörüyordu.) Okumayan halk çok daha rahat manipüle edilebilmekteydi. Büyük patronlar; “Uyu uyu yat uyu!” planı gereği öğrenim, eğitim, yaşam politikamızı istediği vasatlıkta dizayn edebiliyor.
Bilmediğimizi bilmek de bir erdemdi, bilmemekte ısrar ettik. Misina koptu, olta ağzımızda kaldı.
Kitaplı şair olma hali daha vahim. Yazınsal eylemin suç boyutunu somutlaştırıyor. Mürekkebe dokunmuş hurufatın Arabi’si koca makinelerin dişleri arasında kağıda yansıyınca şiirin büyüsü; nesnelleşerek, saldırganlaşarak hemen oracıkta bozuluyor. Elle yazıp teksir etmek daha mı masum bir yöntemdi?
Yedi askı (Mu’allakatü’s-seba) şairlerini imrenirim hep. Primitif halkının şiire verdiği önemin de bir karşılığıydı. Haram aylarında Kâ’be nin kapısına asılan yedi Arap kasidesi şehrin sosyal yaşantısında özellikle kabile otoriterleri arasında gündem oluşturabiliyordu.
Aynalar; imâyı, işmarı, imgeleri, suretleri durmadan çoğaltırken, biricik olan her şeyi neden kopyalıyor ki? Yüzleşmek zorunda olduğumuz arkası sırlı camlar sözün içindeki söz iklimini anlatır gibi.
Ne konuşuyor ne de susuyorlar!..
Bu hâl, kendini kül eden Ânkâ metaforu hâli. Kendi küllerinden yeniden doğuyor söz. Belki de şiir diye ulaşılamaz Kaf Dağı vardır da haberimiz yok!
Şiir kötücül fiil, sonucuna hiçbir zaman katlanamayacağımız provokatör müdür?
Bu yokluk halinde; şiiri, “Hikâyedeki Melâmi dervişe” benzeten Tanpınar, “Ateşe atılınca sır olur. Yalnızca tacı ve hırkası kalır.” diyor.
Kim bilebilir ki; tacın ve hırkanın kimyası sadece kuru sözden mi ibarettir?
*
Zamana dayanıklı, nitelikli metinler ile doğru ilişkiler nasıl kurarız, doğru sorular sorularak, metinleri başlarını gözlerini yarmadan geçmişin anlam birikimini nasıl dönüştürürüz?
Biz doğru yazınsal ilişkiler ve sorularla; metafora, dil oyunlarına, yeni düşünsel mekana taşıyan etkin şairler gelenekle ilişki kuranlardır. Arkamıza bu rüzgarı almadan, dönüşmeden ve dönüştürmeden geleceğin sanatını üretmekten söz edemeyiz.
İşinin zirvesinde olanlar “Bütün bir Batı felsefesi pilaton’a düşülmüş dipnottan ibarettir,” tespitinde hemfikirdir. Bu öne sürüşe nazire olarak çok rahat söyleyebilirim ki; poetika üstmetinleri Aristo’ya (Aristoteles’e) düşülmüş dipnottan ibarettir.
Sahihlik, ‘mîrî’ malı sözü; metinlerarası disiplin ‘yazınsallığın bir ölçütü’ olarak tekrar üretilmesi idrak zaafına uğratılmadan sürdürülmesi Aristo’ya düşülen dipnoti güçlendirir.
Geleneğe yaslanmayan şiirinin önü tıkalıdır. Sadece kendi şiirimizin geçmiş serüvenini irdelemeyip, bir dünya şiir kültürü geleneğine yaslanmaktan, eleştirel düşüncenin kat edilebilirliğinden söz etmek ediyorum.
“Metinler arası ilişkiyi, yazınsallığın kriteri.” Olarak gören Hilmi Yavuz’a göre; “gelenekle ilişki kurulmalı ve geleneği yeniden üretmek bağlamında değerlendirilmesi gerekmektedir.” Bunu söylerken Riffaterre’nin, “geçmişteki semiyotik pratik’in temellük edişi,” referansını hatırlatır.
Çağdaş dilbilimciler ve semiyotikçiler dilin boğumluluğunu kavramsal geleneğe atfederken, toplumcu gerçekçiler sözcüğün eylemleri yüklenme gücünü öngörüyordu.
Dize kurarken yaşanacak atıf ve göndermeler ilişkisini sağlıklı tahlil etmek gerekiyor.
Aristotoles, poetika’sında “İntihâl hükmü vermek güç bir iştir. Tesir, taklit, mülhem olmak, yaratma, şuursuz olarak hatırlamayı birbirine karıştırmamak gerekir,” diyor. Şair, “taklit edici bir betimleyicidir,” öyleyse. Şairin üç olanaktan belli birini zorunlulukla taklit etmesini öneriyor. Nesneleri nasıl idiyseler, ya da nasılsalar, Nesneleri, mythos’lara yahut insan, inançlara göre nasılsalar, Nesneleri, nasıl olması gerekiyorsa o şekilde betimler. Derrida, “Her metin, bir yeniden yazmaktır,” der. Mirî malına sürdürülen kazı, metinlerarası (intertextualité) yolculukta geleneği dönüştürmeye atıfta bulunur.
Hölderlin, şiirin bütün uğraşların en masumu olduğunu savunurken, Walt Whitman, daha âsi bir söylemle çıkıyor karşımıza; “Ben sadece iyiliğin şairi değilim, kötülüğün de şairi olmaktan çekinmiyorum.”
Aslında uzlaşmacılık, asgari müşterekler falan çok aptalca. Anlamsız bir iyimserlik. Hâlâ, kanayan yaradır o yetmişli kaos yılları. Tahribatı sürüyor, sürecek de. Şiiri uğraşların en masumu sayan Heidegger içimi ferahlatıyor: “Şiir sözlerle oynamadır. Eylemin ciddiliği yoktur onda. Şiir zararsız ve yararsızdır. Salt sözden daha az tehlikeli ne olabilir ki?”
Şiir ne işe yarar?
Estetiği ile, anlattığı ile, çağrıştırdıkları ile, musikisi ile ve öteki halleri ile şiirin ne işe yaradığını bilen ne diyor? Çok fazla şiir işçisine sorduğum soruya verilen yanıtların hiç birisi beni tatmin etmemiştir. Bu kadar zor olan uğraşın çok sıradan işleyişleri, kulisleri, üretim ve pazarlama mesaileri ve cesaret pratikleri; “Bu kolay bir işmiş,” kanısını vardırıyor. Sanırım cesaret buradan geliyor.
Hölderlin, “Biz hiçiz! aradığımızsa her şey!” derken, Heidegger’i sözün kutsanmasına davet eder. Karşımızda ‘dil’ mahlâsında buzdan bir dağ büyüyor. Şiir, o dağın içinde meskûn. Kazı sürüyor.
Şair sen ne iş yaparsın? Bu da diğer soru. Düşünürüm, şiir yazarım, gibi iddia dolu bir yanıt alabilmeyi çok isterdim. Bu işin keyfî olmadığını biliyorum ve beni korkutan bu çıkmaz. Şiiri ciddiye aldıkça, sözün avcumuzdan kaçtığını biliyorum. Lao Tzu, öğretilerinde, “Hakikati anlatan sözler güzel görünmezler/güzel sözler ise hakikati söylemez..” der. Walt Whitman‘a uzaktan göz kırpar. Bu paradoksu çok zengin okumalarla sürdürebiliriz. Tanpınar’a göre, “Şiir sosyaldi, geleneğe bağlıydı, her yenilik getiren şiirde eskiye bakan bir tarafı vardı.”
Sanatın toplumsal boyutunu, eylem gücünü, estetik aşılamazlığını kim inkâr edebilir ki?
Mikel Dufrenne de arka plana işaret eder: ‘Şairi oluşturan bir gelenek vardır.” Julia Kristeva, bunu; ‘Her metin kendi içinde başka bir metnin eritilmesi ve dönüşümü,’ olarak özetliyor. Bu üç referansla metnimizin ana temasını kurar gibi olduk.
Sûfi öğretisinde ilhama ve geleneğe atıfta bulunulur, derler ki: ‘Şairlere museller ilhamı getirir, onlarda bu ilhamı başkasına geçirirler. Böylece bir ilhâmlar zinciri meydana getirir.’
Sûfilerde Hakk’ın, kulun kalbine istiva etmesi şöyle şerh ediliyor: “Şair acizdir ve Tanrı gelip içine yerleşinceye dek, aklını yitirene, ruhu cezbeye girene kadar herhangi bir şey yaratamaz! Tanrı’nın tercümanı olan şair, sözü tasarruf ederken, delidir, çocuktur, dâhidir!”
*
Modern zamanları anlamaya çalışırken, içkin şiir mucitlerinin katıksız şiir kuramları kurma ve üst dil arama çabalarını ve itirazları takip etmeyi kayda değer görüyorum. Yaşanan çok sesliliğin bu bulanık ortamda anlaşılabilmesi zaten beklenemez. Bugünün şiirinin ne’liğine not düşebilmek, daha yüksek irtifadan görebilmek için en az yarım asır beklememiz gerekiyor.
Şiirin sorunu hep özneyle olmuştur. Müphem ve ayartıcı bu yolculukta; hayat dinamiklerinin alt bilincini oluşturuyordu. Yeniden imâ(l) edilirken, hayatı taklit etmek yerine, imkanların ‘gibi’si daha çok heyecanlandırıyordu. Şey’lerin infiâlinde; fırtına sonrası dinginliği yaşıyoruduk. Detaylarda bile o şeylerin serinliğini ve yapma-etmeye tahsis edilmiş kavga arenasını hissederiz.
Politikacıların olduğu yerde liberalizm mümkün mü? Nietzsche öznel muamma, Marks için bulaşan, çürüyen, kokan bir maddeydi. Sekülerleşen, putperestleşen dindarlar için üçkerebağırıyoruz: para, para, para!
Hatıralarım sürrealdi. Modernizmin, sosyalizmin sorunsalları bitmiyor. Fazla birey- fazla toplum- fazla şeyler…
Vitrin sloganı: İnsanları eşitleyemedik. Siyahları beyazları eşitleyemedik. Köylüyü şehirliyi eşitleyemedik. Zengini fakiri eşitleyemedik diyor. Bekleyenler sırasını bekliyor.
Bu kavram hovardalığı uzun bir süre daha kafaları meşgul edeceği benzerler.
*
Felsefe şeytanla yaşlandığı için yaşamsal pratiklerde bocalayan bir yap/boz'dur. Birey olma endişesi taşıyan insanların şeyinde.. İki dudak kımıldadığında kavramsal ses kirliliği ile fersah adım geriden başlıyoruz. Marks'ı bilmeden komünist gibi düşünebilir, rasyonel olan şeylerin gerçek olduğunu Hegel yazmasa da biliriz. Dali; ‘Tanrıya inanmadan nasıl ibadet edebilirsiniz?’ Diye soruyor. Analitikçiler varsın olmasın, TDK var. Sınıfların olduğu yerde anarşizm teyakkuzdadır.
Voltaire için; Doğadaki ahengi ayırt etmenin akli olduğunu, bir nakledenin olması gerektiğini tekrarlaması ilahi cilve, istihza ile göz kırpmaydı sadece. Dogmatizm yaşasın diye siyaseti tedavülden çekmiyorlar, 'ben' var oldukça ego-birey sendromu sürecektir.
Bir sürü putlarla uğraşmak zor gelmiyor mu? Bir sürü Tanrıya ayrı ayrı nasıl hesap verebilirsin ki?
İbrahim, kendi için, simyadan otanmış sözlerden, hurufattan işaretlere hâyâlhanesini oluşturmuştu. Kurulan ‘söz’, insanın modernleşme süreciyle buluştuğu ölçüde gücünü ve etkisini de sürdürüyordu.
*
Boşlukta, başıboş, etsiz, kemiksiz azap çeken ruhlar…
Küresel dünyaya ön hazırlık olarak Haçlı’nın petrol kuyuları ile siyon darphanelerinin kıydıkları nikah yüz yıl sonra gelecek olan küreselleşmenin ayak sesleriydi. Avrupa birliği deneyimi hüsrana uğradıktan sonra, Amerika ile muta nikahı kıyarak, egosunu tavan yaptırıp, renk değiştiren Germenlerin yeni dünya savaşında; sinsi rol oynayacağı öngörülen düşüncedir. Sırplı bir aktör bulmakta zorlanmayacaklardır. Siyonistlerin ütopyası arz-ı mevut, yani savaş nedenselliği olan Fırat, Dicle havzası, suyun ve yeni dünya petrolünün kalbidir, ateşin ateşle söndürüleceği yer olacaktır.
Bu katliam projesinde kimsenin başını kuma sokama lüksü yoktur. Başta bölge Arapları olmak üzere, İsrail Siyonistleri, diaspora, Farisiler ve Kürtler bu göçüğün altında kalmaktan kendilerini kurtaramayacaktır.
Adı neydi şey’lerin unuttum gene.
Pragmasitler küreselleşmenin müsebbipleri. Bir koy beş al. Sanat da ilim de metelik etmezlerden, yani tu kaka. Ceplerimi doldurmayacaksa siyaset ne ki? (ki ayrı yazılır) Villiam Cames ve Con Dewey'in fotoğraflarını bi yerde göremezsin çünkü, bankerler kan emici asalak ve dahi korkak sürüngenlerdir.
Gizemli kılınan çok şey var. Bilinmezi bilinir kılmak ne emperyalistlerin ne de (bir yerlerde kaldıysa) materyalistlerin işine gelmez. Modern, ilerici dünyada ‘gay’leşmek medeniyetin kriteri kabul ediliyor. Feminler abuk subuk sloganlarla sokaklarda; Kral’dan sonra gene mi çıplak? Sır değil. Bulaşıcı eziklik sendromu entellerce el üstünde tutuluyor.
Platonla buluştuğumda ‘Yedinci Mühür’ü tamamlamak için satranç oynamamız lazım. Mülkiyet kendine efendi bulmuşken, Tao seçilmişlerden biri olamazdı! Onlara söyleyeceklerim var.
Akıl odasını ve ruhunu korku sendromlarına teslim eden birey, bedenini esaretten kurtarabilir mi?
Doktrinleri sonralayıp geri çekilen güruhların; daha bireyci ve daha öznel olması iktidarların muradına ermesi anlamına mı geliyordu? Her ihanet; kirli tebaasını zorlanmadan, anında, ‘hemen şimdi’ buluyorken; Sözün henüz söylendiğini, muhatap bulamayan belagatin fazlaca lüks olduğunu, konuşan protestler ve üst akılcılar, kodladığı formlarla hayatın travmaya dönüştürüldüğü arenada hiçliğin hiçliğini bekletiyor.
Şiir tam da burada devreye giriyor. Şiir düşünen insanın virüsü, akıl defteriydi.
Şiir işkencesi vazgeçilmezimiz değil belki lakin vazgeçemediğimizdir. Evet paradoks bu. Kolay mı? Ruhunu ve yazıyı keşfettiği günden beri bu işkenceyi çekiyor akleden insan.
Şiire kurulmak, ışıkları sönmüş metruk bir çöl istasyonunda gelmeyecek treni beklemek gibi bir şey olsa da. Rüzgârın ve kumun kamçısı canımızı acıtsa da. Petrol bir gün hükmünü kaybetse de…
‘Söz’ün yüreğe ‘işlemesi,’ hiç gelmeyecek trenin çelik rayların üzerindeki tekerlek sesi sancısını çekmek değil miydi? Şiir bitince önünden geçip giden trenin uğultusuna tanık olacaksın.
Bu hem yazgımızdır, hem de zorunluluk!
*
POETİK US, GELENEK, MUSELLER
Şeylerin sureti evrende gezinirken, ilham ve sözperestlik hep vardı. İlhamın şiir sofrasına zembille inmediğini mısra çekme işininin akli olduğunu; doğru okumalarla sürdürülebileceğini yinelemek sıkıcı gelebilir. Gene de bu tekrarı akıl dağıtıcılık sıfatından arındırıp bilmezden gelelim. Şiir en kadim sabıkamız olarak harfler cem olup hüsünü ararken biz sözün büyüsüne kapılıp işve’(şîve)nin tutsağı olsak da; tayy-i lafzı aramak gafletinden geri duramayız.
Şiiri anlamaya çalışırken mısra çekme telaşındaki şairin, dünya geleneği sofrasında Japon çalılarıyla çorba içmenin nasıllığını ve önemini anlamaya çalışacağım.
Metrekareye düşen yazar, şair enflasyonu katlanarak sürerken; Dünya düşünen insanının yarısı şair diyorlar. Sanal kulvarlarımızda yüzbinlerle ifade edilen şiir paylaşımcıları iz sürüyor. Bu şiir arenasını -tribünlerini doldurabilecek yaptırım gücü olabilecek, etkin bir taraftar demektir. İyi de bunca şiir taraftarının olduğu ülkede şiir kitapları bin adet ya da daha az basılıyorsa ve hiç kadarı bile raflarda okuruyla buluşamıyorsa, okuma arızasının korkunç boyutlarda olduğunun göstergesi olarak işin vahameti ortaya çıkıyor.
"Okumak yazmaktan öte bir iştir; daha uysal, daha uygar, daha entelektüeldir." Diyen. Borges’e Yüzde yüz katılıyorum.
Bir dergi veya antoloji sayfalarını araladığımda İsmini henüz duymadığım imzaların, özellikle gençlerin şiirlerini daha dikkatle okuyorum.
Uzun zaman önce şiirlerimizi daktilo ile yazıp gönderdiğimiz zamanlarda tashih hataları öncelikli sorunsalımızdı. Kendi metinlerimizi korkuyla okurduk. Mevkutelerin tashihçileri vardı kısmen veya tamamıyla yazım sorunlarını gideriyordular. Hâlâ imlâ hatası yapmadan, kelimelerin başını gözünü yarmadan metin üretme hassasiyetimiz nereye kadar?
Bizim kavme okumak her daim zül gelmiştir. Bu işin tedavisi mümkün olabilir mi? Bir öğretmen sınıfa, bir öğrenci kantine, bir idareci kurumuna, bir patron işyerine, bir başbakan veya bakan veya vekil meclise ellerinde kitapla gelmiyorsa, ‘boş an’larına seçtiği kitabın dostluğuna ayır(a)mıyorsa göl maya tutmaz.
Üniversitelerimizin dünyada esamisi okunmuyorsa, istatistikleri yapanlara düşmanlık besleme gururunun hedefini yanlış tutturuyoruz demektir. Standartların çok altında süren bu okur-kitap dönüşümüne estetik ve nitelik bağlamında ne kazandırabiliriz? Nasıl düzelecek bu arıza? Nicel çetele zaafına düşmeden yeni dünya gençliğine toplumsal hafızayı, gereğini inandırarak kültürel kodlarını nasıl yükleriz?
Karikatürize edilen bir çok dayatma nicel eylemler için verilen enerjinin, savrulan bütçenin yarısını kitap dostluğuna adayabilsek, eminim ki bu göl maya tutmaya başlar.
Milli eğitim ve devlet politikaları; (küresel erkin ve taşeronlarının cahil bırakma politikasının bir parçası olarak halkın bilinçlenmemesi, cahil kalması için okumamasını, otçullaşmasını öngörüyordu.) Okumayan halk çok daha rahat manipüle edilebilmekteydi. Büyük patronlar; “Uyu uyu yat uyu!” planı gereği öğrenim, eğitim, yaşam politikamızı istediği vasatlıkta dizayn edebiliyor.
Bilmediğimizi bilmek de bir erdemdi, bilmemekte ısrar ettik. Misina koptu, olta ağzımızda kaldı.
Kitaplı şair olma hali daha vahim. Yazınsal eylemin suç boyutunu somutlaştırıyor. Mürekkebe dokunmuş hurufatın Arabi’si koca makinelerin dişleri arasında kağıda yansıyınca şiirin büyüsü; nesnelleşerek, saldırganlaşarak hemen oracıkta bozuluyor. Elle yazıp teksir etmek daha mı masum bir yöntemdi?
Yedi askı (Mu’allakatü’s-seba) şairlerini imrenirim hep. Primitif halkının şiire verdiği önemin de bir karşılığıydı. Haram aylarında Kâ’be nin kapısına asılan yedi Arap kasidesi şehrin sosyal yaşantısında özellikle kabile otoriterleri arasında gündem oluşturabiliyordu.
Aynalar; imâyı, işmarı, imgeleri, suretleri durmadan çoğaltırken, biricik olan her şeyi neden kopyalıyor ki? Yüzleşmek zorunda olduğumuz arkası sırlı camlar sözün içindeki söz iklimini anlatır gibi.
Ne konuşuyor ne de susuyorlar!..
Bu hâl, kendini kül eden Ânkâ metaforu hâli. Kendi küllerinden yeniden doğuyor söz. Belki de şiir diye ulaşılamaz Kaf Dağı vardır da haberimiz yok!
Şiir kötücül fiil, sonucuna hiçbir zaman katlanamayacağımız provokatör müdür?
Bu yokluk halinde; şiiri, “Hikâyedeki Melâmi dervişe” benzeten Tanpınar, “Ateşe atılınca sır olur. Yalnızca tacı ve hırkası kalır.” diyor.
Kim bilebilir ki; tacın ve hırkanın kimyası sadece kuru sözden mi ibarettir?
*
Zamana dayanıklı, nitelikli metinler ile doğru ilişkiler nasıl kurarız, doğru sorular sorularak, metinleri başlarını gözlerini yarmadan geçmişin anlam birikimini nasıl dönüştürürüz?
Biz doğru yazınsal ilişkiler ve sorularla; metafora, dil oyunlarına, yeni düşünsel mekana taşıyan etkin şairler gelenekle ilişki kuranlardır. Arkamıza bu rüzgarı almadan, dönüşmeden ve dönüştürmeden geleceğin sanatını üretmekten söz edemeyiz.
İşinin zirvesinde olanlar “Bütün bir Batı felsefesi pilaton’a düşülmüş dipnottan ibarettir,” tespitinde hemfikirdir. Bu öne sürüşe nazire olarak çok rahat söyleyebilirim ki; poetika üstmetinleri Aristo’ya (Aristoteles’e) düşülmüş dipnottan ibarettir.
Sahihlik, ‘mîrî’ malı sözü; metinlerarası disiplin ‘yazınsallığın bir ölçütü’ olarak tekrar üretilmesi idrak zaafına uğratılmadan sürdürülmesi Aristo’ya düşülen dipnoti güçlendirir.
Geleneğe yaslanmayan şiirinin önü tıkalıdır. Sadece kendi şiirimizin geçmiş serüvenini irdelemeyip, bir dünya şiir kültürü geleneğine yaslanmaktan, eleştirel düşüncenin kat edilebilirliğinden söz etmek ediyorum.
“Metinler arası ilişkiyi, yazınsallığın kriteri.” Olarak gören Hilmi Yavuz’a göre; “gelenekle ilişki kurulmalı ve geleneği yeniden üretmek bağlamında değerlendirilmesi gerekmektedir.” Bunu söylerken Riffaterre’nin, “geçmişteki semiyotik pratik’in temellük edişi,” referansını hatırlatır.
Çağdaş dilbilimciler ve semiyotikçiler dilin boğumluluğunu kavramsal geleneğe atfederken, toplumcu gerçekçiler sözcüğün eylemleri yüklenme gücünü öngörüyordu.
Dize kurarken yaşanacak atıf ve göndermeler ilişkisini sağlıklı tahlil etmek gerekiyor.
Aristotoles, poetika’sında “İntihâl hükmü vermek güç bir iştir. Tesir, taklit, mülhem olmak, yaratma, şuursuz olarak hatırlamayı birbirine karıştırmamak gerekir,” diyor. Şair, “taklit edici bir betimleyicidir,” öyleyse. Şairin üç olanaktan belli birini zorunlulukla taklit etmesini öneriyor. Nesneleri nasıl idiyseler, ya da nasılsalar, Nesneleri, mythos’lara yahut insan, inançlara göre nasılsalar, Nesneleri, nasıl olması gerekiyorsa o şekilde betimler. Derrida, “Her metin, bir yeniden yazmaktır,” der. Mirî malına sürdürülen kazı, metinlerarası (intertextualité) yolculukta geleneği dönüştürmeye atıfta bulunur.
Hölderlin, şiirin bütün uğraşların en masumu olduğunu savunurken, Walt Whitman, daha âsi bir söylemle çıkıyor karşımıza; “Ben sadece iyiliğin şairi değilim, kötülüğün de şairi olmaktan çekinmiyorum.”
Aslında uzlaşmacılık, asgari müşterekler falan çok aptalca. Anlamsız bir iyimserlik. Hâlâ, kanayan yaradır o yetmişli kaos yılları. Tahribatı sürüyor, sürecek de. Şiiri uğraşların en masumu sayan Heidegger içimi ferahlatıyor: “Şiir sözlerle oynamadır. Eylemin ciddiliği yoktur onda. Şiir zararsız ve yararsızdır. Salt sözden daha az tehlikeli ne olabilir ki?”
Şiir ne işe yarar?
Estetiği ile, anlattığı ile, çağrıştırdıkları ile, musikisi ile ve öteki halleri ile şiirin ne işe yaradığını bilen ne diyor? Çok fazla şiir işçisine sorduğum soruya verilen yanıtların hiç birisi beni tatmin etmemiştir. Bu kadar zor olan uğraşın çok sıradan işleyişleri, kulisleri, üretim ve pazarlama mesaileri ve cesaret pratikleri; “Bu kolay bir işmiş,” kanısını vardırıyor. Sanırım cesaret buradan geliyor.
Hölderlin, “Biz hiçiz! aradığımızsa her şey!” derken, Heidegger’i sözün kutsanmasına davet eder. Karşımızda ‘dil’ mahlâsında buzdan bir dağ büyüyor. Şiir, o dağın içinde meskûn. Kazı sürüyor.
Şair sen ne iş yaparsın? Bu da diğer soru. Düşünürüm, şiir yazarım, gibi iddia dolu bir yanıt alabilmeyi çok isterdim. Bu işin keyfî olmadığını biliyorum ve beni korkutan bu çıkmaz. Şiiri ciddiye aldıkça, sözün avcumuzdan kaçtığını biliyorum. Lao Tzu, öğretilerinde, “Hakikati anlatan sözler güzel görünmezler/güzel sözler ise hakikati söylemez..” der. Walt Whitman‘a uzaktan göz kırpar. Bu paradoksu çok zengin okumalarla sürdürebiliriz. Tanpınar’a göre, “Şiir sosyaldi, geleneğe bağlıydı, her yenilik getiren şiirde eskiye bakan bir tarafı vardı.”
Sanatın toplumsal boyutunu, eylem gücünü, estetik aşılamazlığını kim inkâr edebilir ki?
Mikel Dufrenne de arka plana işaret eder: ‘Şairi oluşturan bir gelenek vardır.” Julia Kristeva, bunu; ‘Her metin kendi içinde başka bir metnin eritilmesi ve dönüşümü,’ olarak özetliyor. Bu üç referansla metnimizin ana temasını kurar gibi olduk.
Sûfi öğretisinde ilhama ve geleneğe atıfta bulunulur, derler ki: ‘Şairlere museller ilhamı getirir, onlarda bu ilhamı başkasına geçirirler. Böylece bir ilhâmlar zinciri meydana getirir.’
Sûfilerde Hakk’ın, kulun kalbine istiva etmesi şöyle şerh ediliyor: “Şair acizdir ve Tanrı gelip içine yerleşinceye dek, aklını yitirene, ruhu cezbeye girene kadar herhangi bir şey yaratamaz! Tanrı’nın tercümanı olan şair, sözü tasarruf ederken, delidir, çocuktur, dâhidir!”
*
Modern zamanları anlamaya çalışırken, içkin şiir mucitlerinin katıksız şiir kuramları kurma ve üst dil arama çabalarını ve itirazları takip etmeyi kayda değer görüyorum. Yaşanan çok sesliliğin bu bulanık ortamda anlaşılabilmesi zaten beklenemez. Bugünün şiirinin ne’liğine not düşebilmek, daha yüksek irtifadan görebilmek için en az yarım asır beklememiz gerekiyor.
Şiirin sorunu hep özneyle olmuştur. Müphem ve ayartıcı bu yolculukta; hayat dinamiklerinin alt bilincini oluşturuyordu. Yeniden imâ(l) edilirken, hayatı taklit etmek yerine, imkanların ‘gibi’si daha çok heyecanlandırıyordu. Şey’lerin infiâlinde; fırtına sonrası dinginliği yaşıyoruduk. Detaylarda bile o şeylerin serinliğini ve yapma-etmeye tahsis edilmiş kavga arenasını hissederiz.
Politikacıların olduğu yerde liberalizm mümkün mü? Nietzsche öznel muamma, Marks için bulaşan, çürüyen, kokan bir maddeydi. Sekülerleşen, putperestleşen dindarlar için üçkerebağırıyoruz: para, para, para!
Hatıralarım sürrealdi. Modernizmin, sosyalizmin sorunsalları bitmiyor. Fazla birey- fazla toplum- fazla şeyler…
Vitrin sloganı: İnsanları eşitleyemedik. Siyahları beyazları eşitleyemedik. Köylüyü şehirliyi eşitleyemedik. Zengini fakiri eşitleyemedik diyor. Bekleyenler sırasını bekliyor.
Bu kavram hovardalığı uzun bir süre daha kafaları meşgul edeceği benzerler.
*
Felsefe şeytanla yaşlandığı için yaşamsal pratiklerde bocalayan bir yap/boz'dur. Birey olma endişesi taşıyan insanların şeyinde.. İki dudak kımıldadığında kavramsal ses kirliliği ile fersah adım geriden başlıyoruz. Marks'ı bilmeden komünist gibi düşünebilir, rasyonel olan şeylerin gerçek olduğunu Hegel yazmasa da biliriz. Dali; ‘Tanrıya inanmadan nasıl ibadet edebilirsiniz?’ Diye soruyor. Analitikçiler varsın olmasın, TDK var. Sınıfların olduğu yerde anarşizm teyakkuzdadır.
Voltaire için; Doğadaki ahengi ayırt etmenin akli olduğunu, bir nakledenin olması gerektiğini tekrarlaması ilahi cilve, istihza ile göz kırpmaydı sadece. Dogmatizm yaşasın diye siyaseti tedavülden çekmiyorlar, 'ben' var oldukça ego-birey sendromu sürecektir.
Bir sürü putlarla uğraşmak zor gelmiyor mu? Bir sürü Tanrıya ayrı ayrı nasıl hesap verebilirsin ki?
İbrahim, kendi için, simyadan otanmış sözlerden, hurufattan işaretlere hâyâlhanesini oluşturmuştu. Kurulan ‘söz’, insanın modernleşme süreciyle buluştuğu ölçüde gücünü ve etkisini de sürdürüyordu.
*
Boşlukta, başıboş, etsiz, kemiksiz azap çeken ruhlar…
Küresel dünyaya ön hazırlık olarak Haçlı’nın petrol kuyuları ile siyon darphanelerinin kıydıkları nikah yüz yıl sonra gelecek olan küreselleşmenin ayak sesleriydi. Avrupa birliği deneyimi hüsrana uğradıktan sonra, Amerika ile muta nikahı kıyarak, egosunu tavan yaptırıp, renk değiştiren Germenlerin yeni dünya savaşında; sinsi rol oynayacağı öngörülen düşüncedir. Sırplı bir aktör bulmakta zorlanmayacaklardır. Siyonistlerin ütopyası arz-ı mevut, yani savaş nedenselliği olan Fırat, Dicle havzası, suyun ve yeni dünya petrolünün kalbidir, ateşin ateşle söndürüleceği yer olacaktır.
Bu katliam projesinde kimsenin başını kuma sokama lüksü yoktur. Başta bölge Arapları olmak üzere, İsrail Siyonistleri, diaspora, Farisiler ve Kürtler bu göçüğün altında kalmaktan kendilerini kurtaramayacaktır.
Adı neydi şey’lerin unuttum gene.
Pragmasitler küreselleşmenin müsebbipleri. Bir koy beş al. Sanat da ilim de metelik etmezlerden, yani tu kaka. Ceplerimi doldurmayacaksa siyaset ne ki? (ki ayrı yazılır) Villiam Cames ve Con Dewey'in fotoğraflarını bi yerde göremezsin çünkü, bankerler kan emici asalak ve dahi korkak sürüngenlerdir.
Gizemli kılınan çok şey var. Bilinmezi bilinir kılmak ne emperyalistlerin ne de (bir yerlerde kaldıysa) materyalistlerin işine gelmez. Modern, ilerici dünyada ‘gay’leşmek medeniyetin kriteri kabul ediliyor. Feminler abuk subuk sloganlarla sokaklarda; Kral’dan sonra gene mi çıplak? Sır değil. Bulaşıcı eziklik sendromu entellerce el üstünde tutuluyor.
Platonla buluştuğumda ‘Yedinci Mühür’ü tamamlamak için satranç oynamamız lazım. Mülkiyet kendine efendi bulmuşken, Tao seçilmişlerden biri olamazdı! Onlara söyleyeceklerim var.
Akıl odasını ve ruhunu korku sendromlarına teslim eden birey, bedenini esaretten kurtarabilir mi?
Doktrinleri sonralayıp geri çekilen güruhların; daha bireyci ve daha öznel olması iktidarların muradına ermesi anlamına mı geliyordu? Her ihanet; kirli tebaasını zorlanmadan, anında, ‘hemen şimdi’ buluyorken; Sözün henüz söylendiğini, muhatap bulamayan belagatin fazlaca lüks olduğunu, konuşan protestler ve üst akılcılar, kodladığı formlarla hayatın travmaya dönüştürüldüğü arenada hiçliğin hiçliğini bekletiyor.
Şiir tam da burada devreye giriyor. Şiir düşünen insanın virüsü, akıl defteriydi.
Şiir işkencesi vazgeçilmezimiz değil belki lakin vazgeçemediğimizdir. Evet paradoks bu. Kolay mı? Ruhunu ve yazıyı keşfettiği günden beri bu işkenceyi çekiyor akleden insan.
Şiire kurulmak, ışıkları sönmüş metruk bir çöl istasyonunda gelmeyecek treni beklemek gibi bir şey olsa da. Rüzgârın ve kumun kamçısı canımızı acıtsa da. Petrol bir gün hükmünü kaybetse de…
‘Söz’ün yüreğe ‘işlemesi,’ hiç gelmeyecek trenin çelik rayların üzerindeki tekerlek sesi sancısını çekmek değil miydi? Şiir bitince önünden geçip giden trenin uğultusuna tanık olacaksın.
Bu hem yazgımızdır, hem de zorunluluk!