YAŞAR BEDRİ
*
CORONA GÜNLERİNDE ŞİİR
“vatandan kalmadı âmed şüd eyler âhdan gayrı
ne ol meh-rûdan aldım bir haber hâlâ ne gönlümden”
keçecizâde izzet molla
gürültücü bir karasinek odama girdi. hızlı ve tedirgin edici!
batı barbarizminin sömürüp sümkürdüğü sözde refah toplumu truva atını mülkiyetine bile isteye davet etmişti. paranoya haline gelen corona paniğinde medya aylarca yedi yirmi dört virüsle yattı kalktı. kuşatılan odalara çekilme talimatıyla; darbe ve kalkışmalarda halkını vur emri veren generallerin kullanılma kılavuzlarını yırtıp atmış olmalarına güvenen alperenler ‘corona’ya mı boyun eğecekti?
görünmeyen bir iblise karşı direniş neyin bahanesiydi?
derken; risk faktörünü öne sürerek altmış beş yaş üstündekilerin tecriti etkin yöntem olarak yürürlüğe girdi. seksenüç japon yapımı; ‘narayama türküsü,’ (the ballad of narayama) filmini izleyenler hatırlar; açlık sınırındaki köylülerin, sofradan bir boğaz eksilmesi için yaşlıları dağa götürüp ölüme terk etmesini anlatır. birkaç gün yetecek erzak ile çıkılan ölüm yolculuğunda sırtta taşınan yaşlı ile taşıyan hiç konuşmazlar. ‘atıl’ nesne konumuna geldiği düşünülen 65 yaş üstüne oda hapsi uygun görüldü.
ölüm dağı projesi toplumsal hafızanın yok edilmesi için bir seçenek olabilirdi. bu belleği/bilinci hadım etmek küresel dünya kurgucularının işine gelecekti.
hafta sonu dışarı çıkma yasakları konulunca; marketler müşteri, yollar otomobil istilasına uğradı. korona göçü tarihin kaçıncı seferi, görünmeyen talandan kaçışıydı. neomodern dünyada yaşlı, üretmeyen insan nüfusu külfetten başka bir şey değildi.
bu aforizma, ya da deneme, ve ya mesel metnini dizeler bu yazımda bana eşlik etmeye zorlansa da; “dikilemeyen sökükler gazeli” şiirimle eşzamanlı sürdüreceğim:
“tütünümde yanma telâşı haydi der zaman
bana öyle bakma ben kör bir aynayım der”
bu cehenneme davetiye çıkarmak için mi azgınlaştı insan? sanayii devrimleri yapıldı, doğal hayattan koptu, tüketin çılgınlığına doymadı.
bir darbe düşünün. kansız fakat ölümcül, muhatap olacağın bir ordu yok karşında, görünmezlik kimyasına bürünmüş, ama çok güçlü. sanayisi yok lâkin sanayinin, azgınlığın, yoksulluğun attığı bir kazık!
*
bu trajikomik küresel dayatmaya şüphe ile bakanlardan biri olarak bu ‘pandomi’nin sonunda küresel büyük soyguna farklı komplo teorileri üretiyoruz. vahşi batılı için insan hayatı gereksiz ayrıntıydı. bir galon petrole muadil gördükleri bir galon mazlum kanı onlar için söz konusu bile olmayacak bir ayrıntıydı. bayrağa sarılı tabut, madalya, üç pare ateşle sürdürülen seremoni yetiyordu!
bir sürü kıyamet senaryoları yazıldı, söylendi. biz bunların filmini görmüştük. en küçük kaçak enerji açığa çıkmayagörsün, politize olmayı pek seven halk eteğindeki taşları atmak için şeytan kulesi aradı. ilk taşı da en çok lekeye batmış olan attı...
bunun sosyopsikolojik nedenlerini, gündem güncelleme karmaşasını: geçinme sorunlarına, ödenmesi hayal olmuş borçlara, adalete, eminsize emanete ve diğerlerine bağlayabiliriz. bu kolaycılık olur. her gün milletin aklı, bilgisi, zekası ile dalga geçenler gayb’oldu, hafiyecilik oynuyor. ayşegül pek sık tatile çıkıyor.
su uyudu düşman uyumadı! tıp bilimi ile din faktörünü aynı teraziye koyan haçlı kafası; islâm’ı sorgulama hevesiyle kıvranan provokatör güruhun çığırtkanlığı ile; din adamlarının duayla, niyazla bu belayı neden def edemiyor hesaplaşması ile başladı. dinsizleştirdiklerimiz islâmı karalama kampanyasına girdi.
şüphe yok ki onların eline silahı veren; rüşvet, yolsuzluk, gelenekten kopma, yozlaşma, cinsel istismarlar, toplumsal hafızanın çöküşü, milliyetsizlik, soysuzlaşmanın yükselen irtifasıydı. şirazeden çıkan ahlaki sorunların önü alınamaz oldu. misyonerler serseri mayınlara dönüşen gençliğin deist veya ateist bir güruha dönüşmesini hızlandırmıştır. her ihanet; kirli tebaasını zorlanmadan, anında, ‘hemen şimdi’ toparlıyordu.
dünya karadelikle sınavını verirken milletin itirazı üç kuruşluk maskeleri edinme sorunsalı idi.
bir şeylerin miladı olması muhtemel bu musibetin ardından bir zaman sonra her şey unutulacak mı? çocukluğumuzda o mütevazi hayatımızda çok daha huzurlu ve mutlu değil miydik?
encamı iki gram bile olmadığı söylenen korku krallığı dünyaya ayar verdi! yer küresine ayak basıp sigaya çekilme zamanıdır. dünya telaşımız paradokstan ibaret
duyduğun korku, kalp atışlarınız bayım.
rüzgâr bizi yolcu etmeye gelmiş rüzgârın uğultusunu duyuyor musun?
körü körüne mi musallat olmuştuk yaşama?
ölüm bizden biri gibi değil mi yoksa?
tarafsız ve adil! dünya varmış gibi yaşamayı istedik.
tarafsız ve adil! ölüm sizden biri gibi davranmıyor.
tarafsız ve adil! bizden biri gibi neden davranmıyor?
sedyeden indirilirken yalnızlığın ve hüznün zor bir şey olmadığına tanıklık edebilirdik. tarafsız ve adil!
sanayi devrimi, çılgın teknolojinin aç putları, eski dünya düzeni, gelenekler, kaos vesaire. tarafsız ve adil!
insanı maddeye dönüştürerek ve kendine yabancılaştırarak, yeniden dizayn edilirken, tarafsız ve adil!
terör, hızlı bozum, kirlenme, şeytanın görülmeyen elçileri. tarafsız ve adil!
parçalı bilinç. imge ve dahi kavramlar: tutku, enerji, korku, kaygı, çelişki, muhalefet zaafı. tarafsız ve adil!
yekûnu bir nefes olan mikrop tün dünyada adil düzen’i tesis etti. iki gram virüsün dünyaya verdiği tahribat ve panik düşündürücü değil mi? yoksula, zengine, katile, masuma, cambabaya, cumbabaya, köprü altındaki evsize, dağdaki çobana eşit mesafede.
“kelimeler kuru dal yaşama sevinci bir sürü şey
kalbimi kalbinle götür dostlar bizi bekler.”
ekonomi dibe vururken yeni dünya, yeni senaryolarını, aktörlerini bekliyor. dengeler daha çok bozuldu. sınıflar daha bir ayrıştı. şimdiyi anlatıyorum ama şimdiye ait değil! bizi anlatıyorum ama biz değiliz! bütün bu yaşananlar kozmik bir proje, sanal, öteki dünyaların hezeyanı sanki! ne kadar bilinçaltıysa, o kadar da yaşama ihtimalini sürdüren acayiplik! somut ve ikna eden nesnelliği ile dünya düzeninde rakamları, kırılma katsayılarını yeni bir milat olarak önümüze koydular!
“sessizliğim, unutulmuş sözlerin sunağı
şimdi gülümseriz kendini diker sökükler”
rachel corrie: “zulüm bizdense, ben bizden değilim!” diyordu. o, “rüya”sı için mazlumların yaralı yerine dokunmuştu. işgalci siyonizmin buldozeri bedeninin üzerinden geçtiğinde henüz yirmi dört yaşındaydı.
“rüyamızda yer kalmadı alıngan âşıklara
dalgın ırmak günışığını divit kamışla içer”
sanayileşmenin kaçınılmaz faturası olarak insan oradan oraya savruluyor. göğün delinmesi, toprağın kuraklaşması, ekili alanların eksilmesi, petrol arsızlığı, buzulların çözülmesi, depremler, salgınlar. savaşlar, ihanetler, suyun çekilmesi… hepsi yaşama dairdi.
sağduyu, simyadan otanmış sözlere, hurufattan işaretlere çok geniş bir hâyâlhane kurmuştu. ‘söz’, insanın modernleşme süreciyle buluştuğu ölçüde gücünü ve etkisini de kaybediyordu. çağdaş dilbilimciler ve semiyotikçiler dilin boğumluluğunu kavramsal geleneğe atfediyor, sözcüğün yüklenme gücünü, belagatin daha girift ve yan anlamlılığına ihale ederken, imgeden ve kavramdan arındırılarak sadeliği, düz anlamı önceliyordu.
boşlukta başıboş etsiz kemiksiz azap çeken ruhlar…
tedirgin olan ve parçalı bellek: kendine ‘geri çekilme mekânları’ oluşturmadan, önü alınamayan kirlenmenin dayattığı çok katmanlı insanlık dramının öznesiydi. modern insan putlarını mı kırıyor?
ikonlarını reddederken, ikonlarsız olamama korkusu ile modern aklın kölesi oluyor.
doktrinlerini sonralayıp geri çekilenlerin bireyci tavrı iktidarların muradına ermesi anlamına mı geliyordu?
ideolojik duruşu taşıma sorunsalımız hep olmuştur. pratikteki ideolojilerin omurgası hep kırıktı. bizdeki sıkça tekrarlanan baskın ve postmodern darbeler, doğu duvarlarının yıkılması, denge niteliğindeki dünyanın çözülme sürecini rusya erken toparlamıştı. siyonizmin sermaye patronları; abd, ingiltere, ab’ye karşı çekik gözlülerle anlaşıp çin alternatifini koyuyordu.
*
sözün yeterince söylendiğini, muhatap bulamayan belagatin fazlaca lüks olduğunu söyleyen yaşlı adam, hayatın travmaya dönüştürdüğü arenada yokluğunu yaşıyordu.
yaşlı adam: “doymak niyetiyle oturan kimse sofradan aç kalkmaz.” diyordu.
mansur: refüjde yatan gence baktı, yüzünü ekşitti: “ben mansur, deli mansur. kim kırdı bebenin kalbini.”
yaşlı adam: “kim bilir? yaşamaktan korkmayan birileri.”
mansur: “yaşamaktan kim korkmaz ki?”
yaşlı adam: “Allah’tan korkmayan!”
mansur : “insan en büyük devlettir. hayal kuralım, iyi şeyler olacak! kör olan, sağır olan, beyni ve kalbi olmayan herkesten özür diliyorum.” coşkuyla bağırır. “ tanıdım sen o’sun,” ellerini göğe kaldırır. döner. gülümser. “hikmetinden sual olunmaz. Allah’ım bu delilerden daha çok yarat!..
“paslı çivinin telâşı geçti titriyor şamdan
hafız burhan hamiyet hanım isli geceler”
geçmişimde dalgın periler ve sonsuz bozkırlar düşlerdim. sadece benimle o’nun arasında. çok özeliz.
yok hayır, değil. ben uzlaşmazlıktan yanayım. herkes kendi safında yürüsün. öfkemizi sıkıştırmaya gerek yok, enerji çıksın açığa. kavga gerekiyorsa kavga, bundan kaçamayız.
*
çalışamıyorum!..
odamda sinir bozucu kocaman karasinek, dakikalardır vızıltısıyla dikkatimi dağıtıyor. kapıyı, pencereyi açtım özgürlüğüne kavuşsun diye. çıkmamakta ısrarcı. onun özgürlüğü reddetme anlayışı beni delirtmekle saplantılı. elimde patpat bakınıyorum, varlığı sadece vızıltısından ibaret, acizliğime inat arada bir gözümün önümden çok hızlı pike yaparak geçiyor.
nihayet kör tarafına geldi haytanın, pencereden çıktı, gitti.
bir sigara sarmalıyım. kağıdıma tütünü yerleştirdim. sigara iki dudağımın arasında. canını yakacağım için tütünden özür diliyorum. yaşlı şaman bana canını acıttığın zaman doğadan özür dilemesini unutma diyordu.
tütünü sigaraya dönüştürüp telef edişimde, nesnelerin; dolayısıyla canların ölümlü olduğuna yeniden iman ediyorum. işin vahşi tarafı 'yakarak' infaz etmek! işin bu kısmı çok zalimce gelebilir, gel gör ki, bu ritüelin estetik yanı da böyle.
“esneyip çıkardık işkence odasından
dalgın bedenimi yoksulun yoluna ser”
pi’ icat edilmeden önce ne kadar mutluyduk. dünya köşeli baklava sinisiydi ve güneş bizim etrafımızda dolanıyordu. sürekli gidilerek aynı yere varılması saçmalıktı. bu ne paradoks? insan ölüm zamanı gitmeliydi ve dünyanın öbür ucundan aşağı düşmeliydi.
derdi neydi newton amcanın? armut ağacının altında kestirirken, kafasına elma düşmesi şart mıydı? kâbil’i saymazsak, ‘şeytan’ın yaratılana secde etmeyip ilk ezber bozan olduğunu bilmeden, yerçekimi icat edilmeden çok zaman önce ne kadar da mutluyduk.
kağıdı, ateşi, barutu geçtik, armudun çöpü gözünüze girsin, medeniyet şart mıydı?
telsizle haberleşmeyi buldunuz, tren soyguncularının çanağına kan doğradınız. bu da size teşbih olsun.
ayran, turşu, kısrak sütü vardı. bütçe yapmak için ayyaşları hedef aldınız, kafaların ayarını bozdunuz.
ne asil, ne içli, ne duygulu, bazen de öfkeli mektuplar yazardık/dınız. hadi daktilodan geçtik; mürekkebin, uçlu kalemlerin bir zarafeti vardı. tabletler, telefonlar şart mıydı?
atlarla giderdik, mavnalarla, atlıkarıncalarla… otomobiller, yollar havada asılı kalan şeyler şart mıydı?
itirazımız öylesine çok ki.
“ayar meselesi” diyor yaşlı adam. ayarların bozulması meselesi. eskiden leylekler çocukları kuş tüyü serili sepetlerle itinayla bacalardan bırakırdı. şimdi kundaksız, sepetsiz cami avlusuna atıyor. kafa üstü düşüp işletim ayarları bozulan çocuktan hayır mı gelir?
roller, başkası gibi olmanın metaforları üzerine dağıldı!.. işte tam burada, yazının külfet olduğu yerde bu metin; hoyrat bir dille, insafsız, üstünü başını yırtacakmış gibi saldırgan bir dille. kimseye hesap vermeyen bir dille, tüm meşru direnişlere pusatsız katılmış bir dille, okur gibi yapanların zehrini alacağı, tüm zamanların tembelliğine çare olacak bir dille, her şeye rağmen ilkel bir dille… fazla pozlandırılıp, arabi’ye dönen levhaların silinmemesi koşuluyla, gevşek dokulu, kendini tekrarlayan otistik metinlere bir üst dil olarak yontulan hece taşı niteliği taşımasını. yazının masumiyeti çok sıkıcı gelmeye başlayalı beri, özneler ve nesnelerin sürekli yer değiştirmesini, bileşenlerinin estetik ayrımını, farkındalığı, dolayısıyla; rastgeleliğe başkaldırıp; bilgiyi, kuramı ve hainlerin kurşunuyla vurulmayı öngörür.
çocukken nefisle ve şeytanla putçuluk oyunu oynardık. baltamla putları teker teker kırardım. ben kırdıkça onlar çoğalıyordu. putların ömrü bize biçilen ömürler kadardı. kalıba alınmış buzların ömürleri kadardı. etik, masumiyet ve mahremiyet esası kadardı.
asaf halet’i bilir misin?”
“bilmem ne iş yapar?”
yaka cebindeki mürekkep hokkasında gül büyütüyor; corona’dan sonra mutlu olacağız, diyor!
“bir maniniz yoksa akşam bize geleceğim
geldinizler öpüştünüzler seviştinizler”
küresel vampirlere daha çok insan kanı lazımdı. gereksiz teknolojilerini sorumsuzca tüketen aptal güruhlar lazımdı. dünyanın kanlı markalarıyla şehirlerin parasal dinamiklerini sünger gibi emen mega market, avm yozlaşması ile kutsal sermayenin küresel patronları petrol karşılığında islâm coğrafyasında sivrisinekler gibi kan emiyor.
*
ama kendini görüş sahibi yapmak istiyor ya güya kapitali okumuş da
ilişki sırıtma tarzıyla ilgili
*
bilumum tamirat yapılır, cümle direnişlere katılıyorum.
'cemre' düşürdün sabah vakti kifayetsiz sabıkama
çok şiir var orda. ölümcül hastalar yalan söyleme zaafı ne ki,
alfabem bir harf eksik olmakla maluldür bundan böyle
öyle değil, sen dolusun, ihtimali olmayan ihtimalleriz işte. yanımızdayken bile bize her şey yabancıysa, yapacak bir şey kalmıyor. buzla sevişmek gibi. bu dünyalı olamamamız, işte araf burası, işte gitmek bu. ‘gitmek bazen gitmemektir’e taşınmak gibi. sadece 'seyirdir' payımıza düşen. bizler unutulup gideceğiz, sonra bir kaya alarak doğacağız. sen bilirsin. içinde o harf olmadıkça; ya(.) gelsin! noktalar ayraç içinde vakit erken bile değil, ö(.)lemem. nokta yerine ‘z’ koymalı. “yoktur ki o harfim artık” diyor yaşlı adam. “sökmüşüm klavyemden. harfini kaybeden adam diyecekler, desinler. dün söktürdüğüm iki kök dişini ardından. sabır küf bağlayan sirkeye dönmüş küpünü acıtıyor”.
“itinayla yonttuğumuz can allah’ın evidir
vak’t olur takılır cibril’e, attâya gider.”
(şiir, dergâh / aralık 2019)
karasinek kapıdan girdi. hızlı, gürültücü tarzıyla sortiler yapıyor.
başımın etrafında haleler çizip kutsuyor yazdıklarımı.
dünyanın sahibi olmaya çalışan psikopat elitlerin elinden özgürlüğümüzü geri almak zorundayız.
*
CORONA GÜNLERİNDE ŞİİR
“vatandan kalmadı âmed şüd eyler âhdan gayrı
ne ol meh-rûdan aldım bir haber hâlâ ne gönlümden”
keçecizâde izzet molla
gürültücü bir karasinek odama girdi. hızlı ve tedirgin edici!
batı barbarizminin sömürüp sümkürdüğü sözde refah toplumu truva atını mülkiyetine bile isteye davet etmişti. paranoya haline gelen corona paniğinde medya aylarca yedi yirmi dört virüsle yattı kalktı. kuşatılan odalara çekilme talimatıyla; darbe ve kalkışmalarda halkını vur emri veren generallerin kullanılma kılavuzlarını yırtıp atmış olmalarına güvenen alperenler ‘corona’ya mı boyun eğecekti?
görünmeyen bir iblise karşı direniş neyin bahanesiydi?
derken; risk faktörünü öne sürerek altmış beş yaş üstündekilerin tecriti etkin yöntem olarak yürürlüğe girdi. seksenüç japon yapımı; ‘narayama türküsü,’ (the ballad of narayama) filmini izleyenler hatırlar; açlık sınırındaki köylülerin, sofradan bir boğaz eksilmesi için yaşlıları dağa götürüp ölüme terk etmesini anlatır. birkaç gün yetecek erzak ile çıkılan ölüm yolculuğunda sırtta taşınan yaşlı ile taşıyan hiç konuşmazlar. ‘atıl’ nesne konumuna geldiği düşünülen 65 yaş üstüne oda hapsi uygun görüldü.
ölüm dağı projesi toplumsal hafızanın yok edilmesi için bir seçenek olabilirdi. bu belleği/bilinci hadım etmek küresel dünya kurgucularının işine gelecekti.
hafta sonu dışarı çıkma yasakları konulunca; marketler müşteri, yollar otomobil istilasına uğradı. korona göçü tarihin kaçıncı seferi, görünmeyen talandan kaçışıydı. neomodern dünyada yaşlı, üretmeyen insan nüfusu külfetten başka bir şey değildi.
bu aforizma, ya da deneme, ve ya mesel metnini dizeler bu yazımda bana eşlik etmeye zorlansa da; “dikilemeyen sökükler gazeli” şiirimle eşzamanlı sürdüreceğim:
“tütünümde yanma telâşı haydi der zaman
bana öyle bakma ben kör bir aynayım der”
bu cehenneme davetiye çıkarmak için mi azgınlaştı insan? sanayii devrimleri yapıldı, doğal hayattan koptu, tüketin çılgınlığına doymadı.
bir darbe düşünün. kansız fakat ölümcül, muhatap olacağın bir ordu yok karşında, görünmezlik kimyasına bürünmüş, ama çok güçlü. sanayisi yok lâkin sanayinin, azgınlığın, yoksulluğun attığı bir kazık!
*
bu trajikomik küresel dayatmaya şüphe ile bakanlardan biri olarak bu ‘pandomi’nin sonunda küresel büyük soyguna farklı komplo teorileri üretiyoruz. vahşi batılı için insan hayatı gereksiz ayrıntıydı. bir galon petrole muadil gördükleri bir galon mazlum kanı onlar için söz konusu bile olmayacak bir ayrıntıydı. bayrağa sarılı tabut, madalya, üç pare ateşle sürdürülen seremoni yetiyordu!
bir sürü kıyamet senaryoları yazıldı, söylendi. biz bunların filmini görmüştük. en küçük kaçak enerji açığa çıkmayagörsün, politize olmayı pek seven halk eteğindeki taşları atmak için şeytan kulesi aradı. ilk taşı da en çok lekeye batmış olan attı...
bunun sosyopsikolojik nedenlerini, gündem güncelleme karmaşasını: geçinme sorunlarına, ödenmesi hayal olmuş borçlara, adalete, eminsize emanete ve diğerlerine bağlayabiliriz. bu kolaycılık olur. her gün milletin aklı, bilgisi, zekası ile dalga geçenler gayb’oldu, hafiyecilik oynuyor. ayşegül pek sık tatile çıkıyor.
su uyudu düşman uyumadı! tıp bilimi ile din faktörünü aynı teraziye koyan haçlı kafası; islâm’ı sorgulama hevesiyle kıvranan provokatör güruhun çığırtkanlığı ile; din adamlarının duayla, niyazla bu belayı neden def edemiyor hesaplaşması ile başladı. dinsizleştirdiklerimiz islâmı karalama kampanyasına girdi.
şüphe yok ki onların eline silahı veren; rüşvet, yolsuzluk, gelenekten kopma, yozlaşma, cinsel istismarlar, toplumsal hafızanın çöküşü, milliyetsizlik, soysuzlaşmanın yükselen irtifasıydı. şirazeden çıkan ahlaki sorunların önü alınamaz oldu. misyonerler serseri mayınlara dönüşen gençliğin deist veya ateist bir güruha dönüşmesini hızlandırmıştır. her ihanet; kirli tebaasını zorlanmadan, anında, ‘hemen şimdi’ toparlıyordu.
dünya karadelikle sınavını verirken milletin itirazı üç kuruşluk maskeleri edinme sorunsalı idi.
bir şeylerin miladı olması muhtemel bu musibetin ardından bir zaman sonra her şey unutulacak mı? çocukluğumuzda o mütevazi hayatımızda çok daha huzurlu ve mutlu değil miydik?
encamı iki gram bile olmadığı söylenen korku krallığı dünyaya ayar verdi! yer küresine ayak basıp sigaya çekilme zamanıdır. dünya telaşımız paradokstan ibaret
duyduğun korku, kalp atışlarınız bayım.
rüzgâr bizi yolcu etmeye gelmiş rüzgârın uğultusunu duyuyor musun?
körü körüne mi musallat olmuştuk yaşama?
ölüm bizden biri gibi değil mi yoksa?
tarafsız ve adil! dünya varmış gibi yaşamayı istedik.
tarafsız ve adil! ölüm sizden biri gibi davranmıyor.
tarafsız ve adil! bizden biri gibi neden davranmıyor?
sedyeden indirilirken yalnızlığın ve hüznün zor bir şey olmadığına tanıklık edebilirdik. tarafsız ve adil!
sanayi devrimi, çılgın teknolojinin aç putları, eski dünya düzeni, gelenekler, kaos vesaire. tarafsız ve adil!
insanı maddeye dönüştürerek ve kendine yabancılaştırarak, yeniden dizayn edilirken, tarafsız ve adil!
terör, hızlı bozum, kirlenme, şeytanın görülmeyen elçileri. tarafsız ve adil!
parçalı bilinç. imge ve dahi kavramlar: tutku, enerji, korku, kaygı, çelişki, muhalefet zaafı. tarafsız ve adil!
yekûnu bir nefes olan mikrop tün dünyada adil düzen’i tesis etti. iki gram virüsün dünyaya verdiği tahribat ve panik düşündürücü değil mi? yoksula, zengine, katile, masuma, cambabaya, cumbabaya, köprü altındaki evsize, dağdaki çobana eşit mesafede.
“kelimeler kuru dal yaşama sevinci bir sürü şey
kalbimi kalbinle götür dostlar bizi bekler.”
ekonomi dibe vururken yeni dünya, yeni senaryolarını, aktörlerini bekliyor. dengeler daha çok bozuldu. sınıflar daha bir ayrıştı. şimdiyi anlatıyorum ama şimdiye ait değil! bizi anlatıyorum ama biz değiliz! bütün bu yaşananlar kozmik bir proje, sanal, öteki dünyaların hezeyanı sanki! ne kadar bilinçaltıysa, o kadar da yaşama ihtimalini sürdüren acayiplik! somut ve ikna eden nesnelliği ile dünya düzeninde rakamları, kırılma katsayılarını yeni bir milat olarak önümüze koydular!
“sessizliğim, unutulmuş sözlerin sunağı
şimdi gülümseriz kendini diker sökükler”
rachel corrie: “zulüm bizdense, ben bizden değilim!” diyordu. o, “rüya”sı için mazlumların yaralı yerine dokunmuştu. işgalci siyonizmin buldozeri bedeninin üzerinden geçtiğinde henüz yirmi dört yaşındaydı.
“rüyamızda yer kalmadı alıngan âşıklara
dalgın ırmak günışığını divit kamışla içer”
sanayileşmenin kaçınılmaz faturası olarak insan oradan oraya savruluyor. göğün delinmesi, toprağın kuraklaşması, ekili alanların eksilmesi, petrol arsızlığı, buzulların çözülmesi, depremler, salgınlar. savaşlar, ihanetler, suyun çekilmesi… hepsi yaşama dairdi.
sağduyu, simyadan otanmış sözlere, hurufattan işaretlere çok geniş bir hâyâlhane kurmuştu. ‘söz’, insanın modernleşme süreciyle buluştuğu ölçüde gücünü ve etkisini de kaybediyordu. çağdaş dilbilimciler ve semiyotikçiler dilin boğumluluğunu kavramsal geleneğe atfediyor, sözcüğün yüklenme gücünü, belagatin daha girift ve yan anlamlılığına ihale ederken, imgeden ve kavramdan arındırılarak sadeliği, düz anlamı önceliyordu.
boşlukta başıboş etsiz kemiksiz azap çeken ruhlar…
tedirgin olan ve parçalı bellek: kendine ‘geri çekilme mekânları’ oluşturmadan, önü alınamayan kirlenmenin dayattığı çok katmanlı insanlık dramının öznesiydi. modern insan putlarını mı kırıyor?
ikonlarını reddederken, ikonlarsız olamama korkusu ile modern aklın kölesi oluyor.
doktrinlerini sonralayıp geri çekilenlerin bireyci tavrı iktidarların muradına ermesi anlamına mı geliyordu?
ideolojik duruşu taşıma sorunsalımız hep olmuştur. pratikteki ideolojilerin omurgası hep kırıktı. bizdeki sıkça tekrarlanan baskın ve postmodern darbeler, doğu duvarlarının yıkılması, denge niteliğindeki dünyanın çözülme sürecini rusya erken toparlamıştı. siyonizmin sermaye patronları; abd, ingiltere, ab’ye karşı çekik gözlülerle anlaşıp çin alternatifini koyuyordu.
*
sözün yeterince söylendiğini, muhatap bulamayan belagatin fazlaca lüks olduğunu söyleyen yaşlı adam, hayatın travmaya dönüştürdüğü arenada yokluğunu yaşıyordu.
yaşlı adam: “doymak niyetiyle oturan kimse sofradan aç kalkmaz.” diyordu.
mansur: refüjde yatan gence baktı, yüzünü ekşitti: “ben mansur, deli mansur. kim kırdı bebenin kalbini.”
yaşlı adam: “kim bilir? yaşamaktan korkmayan birileri.”
mansur: “yaşamaktan kim korkmaz ki?”
yaşlı adam: “Allah’tan korkmayan!”
mansur : “insan en büyük devlettir. hayal kuralım, iyi şeyler olacak! kör olan, sağır olan, beyni ve kalbi olmayan herkesten özür diliyorum.” coşkuyla bağırır. “ tanıdım sen o’sun,” ellerini göğe kaldırır. döner. gülümser. “hikmetinden sual olunmaz. Allah’ım bu delilerden daha çok yarat!..
“paslı çivinin telâşı geçti titriyor şamdan
hafız burhan hamiyet hanım isli geceler”
geçmişimde dalgın periler ve sonsuz bozkırlar düşlerdim. sadece benimle o’nun arasında. çok özeliz.
yok hayır, değil. ben uzlaşmazlıktan yanayım. herkes kendi safında yürüsün. öfkemizi sıkıştırmaya gerek yok, enerji çıksın açığa. kavga gerekiyorsa kavga, bundan kaçamayız.
*
çalışamıyorum!..
odamda sinir bozucu kocaman karasinek, dakikalardır vızıltısıyla dikkatimi dağıtıyor. kapıyı, pencereyi açtım özgürlüğüne kavuşsun diye. çıkmamakta ısrarcı. onun özgürlüğü reddetme anlayışı beni delirtmekle saplantılı. elimde patpat bakınıyorum, varlığı sadece vızıltısından ibaret, acizliğime inat arada bir gözümün önümden çok hızlı pike yaparak geçiyor.
nihayet kör tarafına geldi haytanın, pencereden çıktı, gitti.
bir sigara sarmalıyım. kağıdıma tütünü yerleştirdim. sigara iki dudağımın arasında. canını yakacağım için tütünden özür diliyorum. yaşlı şaman bana canını acıttığın zaman doğadan özür dilemesini unutma diyordu.
tütünü sigaraya dönüştürüp telef edişimde, nesnelerin; dolayısıyla canların ölümlü olduğuna yeniden iman ediyorum. işin vahşi tarafı 'yakarak' infaz etmek! işin bu kısmı çok zalimce gelebilir, gel gör ki, bu ritüelin estetik yanı da böyle.
“esneyip çıkardık işkence odasından
dalgın bedenimi yoksulun yoluna ser”
pi’ icat edilmeden önce ne kadar mutluyduk. dünya köşeli baklava sinisiydi ve güneş bizim etrafımızda dolanıyordu. sürekli gidilerek aynı yere varılması saçmalıktı. bu ne paradoks? insan ölüm zamanı gitmeliydi ve dünyanın öbür ucundan aşağı düşmeliydi.
derdi neydi newton amcanın? armut ağacının altında kestirirken, kafasına elma düşmesi şart mıydı? kâbil’i saymazsak, ‘şeytan’ın yaratılana secde etmeyip ilk ezber bozan olduğunu bilmeden, yerçekimi icat edilmeden çok zaman önce ne kadar da mutluyduk.
kağıdı, ateşi, barutu geçtik, armudun çöpü gözünüze girsin, medeniyet şart mıydı?
telsizle haberleşmeyi buldunuz, tren soyguncularının çanağına kan doğradınız. bu da size teşbih olsun.
ayran, turşu, kısrak sütü vardı. bütçe yapmak için ayyaşları hedef aldınız, kafaların ayarını bozdunuz.
ne asil, ne içli, ne duygulu, bazen de öfkeli mektuplar yazardık/dınız. hadi daktilodan geçtik; mürekkebin, uçlu kalemlerin bir zarafeti vardı. tabletler, telefonlar şart mıydı?
atlarla giderdik, mavnalarla, atlıkarıncalarla… otomobiller, yollar havada asılı kalan şeyler şart mıydı?
itirazımız öylesine çok ki.
“ayar meselesi” diyor yaşlı adam. ayarların bozulması meselesi. eskiden leylekler çocukları kuş tüyü serili sepetlerle itinayla bacalardan bırakırdı. şimdi kundaksız, sepetsiz cami avlusuna atıyor. kafa üstü düşüp işletim ayarları bozulan çocuktan hayır mı gelir?
roller, başkası gibi olmanın metaforları üzerine dağıldı!.. işte tam burada, yazının külfet olduğu yerde bu metin; hoyrat bir dille, insafsız, üstünü başını yırtacakmış gibi saldırgan bir dille. kimseye hesap vermeyen bir dille, tüm meşru direnişlere pusatsız katılmış bir dille, okur gibi yapanların zehrini alacağı, tüm zamanların tembelliğine çare olacak bir dille, her şeye rağmen ilkel bir dille… fazla pozlandırılıp, arabi’ye dönen levhaların silinmemesi koşuluyla, gevşek dokulu, kendini tekrarlayan otistik metinlere bir üst dil olarak yontulan hece taşı niteliği taşımasını. yazının masumiyeti çok sıkıcı gelmeye başlayalı beri, özneler ve nesnelerin sürekli yer değiştirmesini, bileşenlerinin estetik ayrımını, farkındalığı, dolayısıyla; rastgeleliğe başkaldırıp; bilgiyi, kuramı ve hainlerin kurşunuyla vurulmayı öngörür.
çocukken nefisle ve şeytanla putçuluk oyunu oynardık. baltamla putları teker teker kırardım. ben kırdıkça onlar çoğalıyordu. putların ömrü bize biçilen ömürler kadardı. kalıba alınmış buzların ömürleri kadardı. etik, masumiyet ve mahremiyet esası kadardı.
asaf halet’i bilir misin?”
“bilmem ne iş yapar?”
yaka cebindeki mürekkep hokkasında gül büyütüyor; corona’dan sonra mutlu olacağız, diyor!
“bir maniniz yoksa akşam bize geleceğim
geldinizler öpüştünüzler seviştinizler”
küresel vampirlere daha çok insan kanı lazımdı. gereksiz teknolojilerini sorumsuzca tüketen aptal güruhlar lazımdı. dünyanın kanlı markalarıyla şehirlerin parasal dinamiklerini sünger gibi emen mega market, avm yozlaşması ile kutsal sermayenin küresel patronları petrol karşılığında islâm coğrafyasında sivrisinekler gibi kan emiyor.
*
ama kendini görüş sahibi yapmak istiyor ya güya kapitali okumuş da
ilişki sırıtma tarzıyla ilgili
*
bilumum tamirat yapılır, cümle direnişlere katılıyorum.
'cemre' düşürdün sabah vakti kifayetsiz sabıkama
çok şiir var orda. ölümcül hastalar yalan söyleme zaafı ne ki,
alfabem bir harf eksik olmakla maluldür bundan böyle
öyle değil, sen dolusun, ihtimali olmayan ihtimalleriz işte. yanımızdayken bile bize her şey yabancıysa, yapacak bir şey kalmıyor. buzla sevişmek gibi. bu dünyalı olamamamız, işte araf burası, işte gitmek bu. ‘gitmek bazen gitmemektir’e taşınmak gibi. sadece 'seyirdir' payımıza düşen. bizler unutulup gideceğiz, sonra bir kaya alarak doğacağız. sen bilirsin. içinde o harf olmadıkça; ya(.) gelsin! noktalar ayraç içinde vakit erken bile değil, ö(.)lemem. nokta yerine ‘z’ koymalı. “yoktur ki o harfim artık” diyor yaşlı adam. “sökmüşüm klavyemden. harfini kaybeden adam diyecekler, desinler. dün söktürdüğüm iki kök dişini ardından. sabır küf bağlayan sirkeye dönmüş küpünü acıtıyor”.
“itinayla yonttuğumuz can allah’ın evidir
vak’t olur takılır cibril’e, attâya gider.”
(şiir, dergâh / aralık 2019)
karasinek kapıdan girdi. hızlı, gürültücü tarzıyla sortiler yapıyor.
başımın etrafında haleler çizip kutsuyor yazdıklarımı.
dünyanın sahibi olmaya çalışan psikopat elitlerin elinden özgürlüğümüzü geri almak zorundayız.